arrow-left icon arrow-right icon behance icon cart icon chevron-left icon chevron-right icon comment icon cross-circle icon cross icon expand-less-solid icon expand-less icon expand-more-solid icon expand-more icon facebook icon flickr icon google-plus icon googleplus icon instagram icon kickstarter icon link icon mail icon menu icon minus icon myspace icon payment-amazon_payments icon payment-american_express icon ApplePay payment-cirrus icon payment-diners_club icon payment-discover icon payment-google icon payment-interac icon payment-jcb icon payment-maestro icon payment-master icon payment-paypal icon payment-shopifypay payment-stripe icon payment-visa icon pinterest-circle icon pinterest icon play-circle-fill icon play-circle-outline icon plus-circle icon plus icon rss icon search icon tumblr icon twitter icon vimeo icon vine icon youtube icon

Serkan Altunorak

Serkan Altunorak

Anılar sarayında gezerken en derin bağlarımızın, bizi en büyük darbelere karşı nasıl savunmasız bıraktığını ustalıkla gösteren “Dalgakıran” hakkında bilgi alabilir miyiz?

Konusu ve çalışması itibariyle çok zor bir oyun tabii ki. Ancak sürece başlarken bu oyunun hem izleyenler hem de benim tarafımdan zor bir deneyim olacağını biliyordum. Oyunun metni o kadar incelikli detaylara sahip ki, bilinç akışıyla yazıldığını ve daha sonra düzenlendiğini düşünüyorum. Hepimiz hayatımızın bir döneminde buna yakın deneyimler yaşayıp birtakım hisleri paylaştık. Hepimizin hayatla baş başa kaldığı, bir şeyleri sorguladığı dönemler oldu. Alex’in paylaştığı duygular da bu bağların etrafında dönüyor.

Dalgakıran’da yer alan Alex, aslında her gün sokakta yürürken karşımıza çıkan karakterlerden biri. Büyük hikayeler, büyük olaylar ya da büyük lafların altında kalmayan, son derece hepimiz gibi olan bir karakterin, yaşadığı bir olayın sonucunda geçmişini, geleceğini ve bugününü sorguladığı bir hikaye söz konusu. Karakterin yaşadığı büyük olayla beraber ortaya çıkan farkındalık süreci, Alex’in kendine aslında ne kadar yakınlaştığını ya da uzaklaştığını yakaladığı anlara götürüyor bizi. Bir sürü değerli anın, insanın ya da hikayenin ne kadar kıymetli olduğunu, yaşarken farkında olmadan geçip gittiğimizi hatırlatıyor. Bu durum benim de üzerine çok düşündüğüm bir konu. Anda kalabilmek ve onu yaşama cesaretini gösterebilmek. Tam da bu yüzden bu oyunun bir parçası olmak benim için çok özel.

Bir sevginin yokluğu, her şeyi yutana kadar koca bir delik yaratıyorsa, yas nasıl özgürleşmeye başlar?

Herkesin sevgiye, bağlılığa, aile kavramına ve aşka karşı anlayış biçimi farklı; temelde her ne kadar aynı duygular olsa da. Karakter üzerine çalışmaya başladığım andan itibaren, gerçekten hiç kendimle özdeşleştirmeden sadece Alex’i anlamaya çalıştım. Oyunda yer alan Güney Fransa, hem çok sevdiğim hem de defalarca gittiğim bir bölge. Hatta anlatılan yerler, önceden tesadüfen benim de gittiğim yerler. Alex’in bahsettiği o bölgedeki yolları, suyu ve denizi biliyorum; harika bir denk düşüm…

Oralardan geçmiş olmak ya da o bölge ile tanışmış olmak, role hazırlanırken bana ayrıca yardımcı oldu. O yüzden karşıma çıktığında, bu oyunu oynamayı çok istedim ve üç yıl bekledim. Çünkü oyunun haklarını aldığımız sıralarda pandemi başladı ve tiyatrolar kapatıldı. Normalleşme süreciyle beraber, dört ay süren bir hazırlık dönemine girdik. Zor ama müthiş bir çalışma süreciydi.

Bana göre karakter ile ilgili birkaç durum var; bunları gerçekten anlatıyor mu? Alex’in hayal dünyasına mı giriyoruz? Söylemek isteyip söyleyemediklerini mi dinliyoruz? Bir hikayeyi defalarca anlatmasına mı şahitlik ediyoruz, gibi seyirciye bırakılan bir alan var. Hatta bu oyuna bilinç akışı ürünü dememim sebebi tam da bu; pek çok duyguyu mümkün kılabilen bir zemin mevcut. Alex’in oyun sırasında durması, hareket etmesi, hatırladığı şeyleri sıralaması, söylemekten vazgeçtiği şeyleri hatırlatan duyguları bir anda anlatmaya başlaması… Bütün bu duyguların iç içe geçtiği bir seyir bırakıyor izleyenlere.

Bu karaktere hazırlanırken nasıl bir metot ile çalıştınız?

Oyunu ezberlemeden çalıştım. Çünkü oyunun metni, temelde hatırlama üzerine kurulu. Karakterin gelgitlerinin olduğu, son derece yoğun bir akış söz konusu. Yönetmenimiz Çağ Çalışkur’un isteği üzerine, metni ezberlemeden ama defalarca okuyarak provalara gittim. Bir masa etrafında beş kişi olarak çalıştık. Ve ben her provada hatırladığım kadarıyla oynadım. Oynayarak hatırladığım bir sürece dönüştü metin. Riskli bir karardı, çünkü sırası belli bir ezber yoktu.

Damon Albarn’ın oyun başlarken çalan “The Nearer the Fountain, More Pure the Stream Flows” şarkısını kullanmaya nasıl karar verdiniz?

Çocukluğumdan beri beğendiğim bir parçayı binlerce kez dinleme potansiyeline sahibim. Hatta çocukken walkman’in içindeki kaseti sürekli aynı yere sardığım için bandının koptuğunu hatırlıyorum. Her oyun için kendime hazırladığım bir müzik listem vardır ve oyuna o müzikler eşliğinde çalışırım. Bu oyun için de kendime bir liste yaptım ve bu şarkı da listedeydi. Provaya başladığımız zamanlarda, kendi kendime ezberimi yaparken bu şarkıdaki cümleler dikkatimi çekti ve yönetmenimizle paylaştım. Aslında bir şiire dayanan bu şarkı, sanki oyun için yazılmıştı. Yönetmenimiz de şarkıyı sevince, oyunun müziğine karar vermiş olduk.

Sahne tasarımı gerçekten harika. O kadar dar bir alanda neredeyse hiç hareket etmeden seyirci ile bağlantıyı koparmamanız da bir o kadar etkileyici… Hareket edememeniz, karaktere bir gönderme mi?

Tüm prova sürecimi bir sandalye üzerinde gerçekleştirdim. Daha sonra oyunu bu şekilde oynayabileceğimi düşündüm. Her şey o kadar kendiliğinden gelişti ki yönetmenimiz Çağ ile aramızda sözsüz bir anlaşma oldu diyebilirim. Ben oyuncu olarak risk almak istedim, yönetmenimiz de kendi rejisiyle ilgili riskler almak istedi. Çağ, bakış açısıyla beni her prova sonrası inanılmaz bilgilerle eve gönderdi. Gerçekten daha önceden deneyimlemediğim bir çalışma süreciydi. Bir aktör olarak kendimi bu kadar geliştirdiğimi ve yaptığım işin bir yere ulaştığını görmek gerçekten çok güzel. Oyunu oynarken kendimi hiçbir duyguya zorlamadım. Karakterin ayakta olması ya da oturması üzerine de hiç düşünmedik aslında. Oyunun sahne/dekor tasarımı için Deniz Göktürk Kobanbay ile çalıştık. Deniz’in kurguladığı alanı yönetmenimizin de beğenmesi üzerine, sahne düzeni bugün gördüğünüz son halini aldı. Ve şahane bir iş ortaya çıktı.

Oyunun yazarı Simon Stephens, “in-yer-face” tiyatro akımının yazarlarından. Dalgakıran’ı bu akımın bir parçası sayabilir miyiz?

"Suratına tiyatro" olarak da bilinen bu akım, 1990'larda Birleşik Krallık'taki tiyatro yazarlığında ortaya çıkan şiddet, cinsellik, cinayet gibi ögeler içeren oyunlar yazma eğilimine dayanıyor. Simon Stephens’ın yazdığı bu oyunu da akımın bir parçası sayabiliriz. Stephens, 2012’de yazdığı bu oyunu ilk olarak İrlandalı aktör Andrew Scott’a götürüyor. Andrew Scott da Broadway’de oyunu sergiliyor. Simon Stephens, hem tanıştığım hem de çok sevdiğim yazarlardan biri. Dot sahnesinde yine kendisinin yazdığı “Punk Rock” adlı oyunu sergilediğim sıralarda beni izlemeye gelmişti. Bu oyun da şiddetin sınıf ayrımı olmadan her yerde görülen bir olgu olduğunu, gençlerin hayatlarındaki boşluğu, aile ve kariyer kavramlarıyla yaşadıkları sıkıntıyı anlatan bir oyundu. Simon Stephens, tiyatronun “rock-star’ı’’ benim için. Türkiye’yi çok seviyor ve oyunlarını izlemeye geliyor. Umarım bu oyunu da izlemeye gelecek. Güncel tiyatroda, günümüzde de geçerliliğini koruyan bir akımın ortaya çıkmasına sebep olan bu kişiler, gerçekten önemli insanlar. Bu zamana kadar oynadığım oyunların neredeyse hepsi in-yer-face akımından. Kürklü Merkür, Shopping and Fucking, Vur/Yağmala/Yeniden, Killology, Dövüş Gecesi ve ardından gelen Dalgakıran… Tüm bu oyunlarda rol aldığım için kendimi çok şanslı hissediyorum.  Ve Dalgakıran’ın Simon Stephens’ın başyapıtlarından biri olduğunu düşünüyorum.

Röportaj: Seval Akbulak Fotoğrafçı: Fırat Meriç

Curated Magazine No.17 sayısı için tıklayınız.

 

Read more

Ayşe Boyner & Elif Boyner

Ayşe Boyner & Elif Boyner

Teoman

Teoman

Derin Mermerci

Derin Mermerci

Your Cart

Your cart is currently empty. Click here to continue shopping.